top of page

hayata notlar 2 ya da anıların yoklaması

  • Yazarın fotoğrafı: Esma Aydan Dikmen Aksoy
    Esma Aydan Dikmen Aksoy
  • 6 Ağu
  • 5 dakikada okunur

Güncelleme tarihi: 6 Ağu


ree

Belki birazdan uyanırsın, ne kadar vaktim olduğunu bilmemek benim için öyle zor ki. Düşününce hayat da böyle; ama hayat senken böyle düşünmüyorum . Yalnızca yaşamayı, hem çok hem de iyi.


Yine de en büyük zorluk burada. Her şeyi sesli sesli anlatmakla kendime saklamak arası. Yalnızca kendimin gördüğü fotoğraflar gibi, yalnızce kendimin okuduğu öyküler. Unutur muyum? Bilmem. Belki de 20 yıl sonra bir gün tesadüfen hatırlarım, belki de unutulmak senin için büyük bir sorun olmaz, belki de bu savaşım sana geçmez. Ama buraya gelince her şey kayıt altında. Sonra ikinci adım herkese duyurayım mı, yoksa sadece bilen ya da arayan mı gelsin? Yalnızca bizler için kurduğum bir merdiven. Bilmiyorum, buna sonra bakacağım.


Buraya neden geldim? Çünkü bugün seninle denize girdik, öyle mutluydun öyle çok eğlendin ve bazen öyle komiktin ki; içimden defalarca diledim keşke şu an birileri bizi kayıt altına alsaydı. Yani allah, sen ve ben harici görünen bir arşive bugünü kaydedebilseydik. Yazı görünmeyeni görünür kılabilir. İşte bugün bu yüzden, en azından sen uyanana dek ve aylar değil yıllar sonra buradayım. Hem de kimse üzülmemişken ve bir mesaj kaygısı yokken. Yalnızca bugün güzel bir gündü diyebilmek için.


Bir de geçen yıl doğum gününde hani bir şiir bulmuştum, emeklemen yürümeye döndü yakında konuşacaksın diyordu. Bu, o harika şiirin etkileyici dizelerinden yalnızca biriydi. İşte artık konuşan biri oldun. "Ben denizde yüzüyorum" diyorsun, olanca farkındalık ve neşeyle, çabasızca ve bilmeden kendini kutluyorsun, "Ben denizde yüzüyorum." Sonra iniyorsun kucağımdan ve ayaklarını göğsüme basıyorsun, "Dönelim" diyorsun, dönüyoruz. Başım dönünce fark ediyorum yaşlandığımı; ama sen farkında değilsin, beni olduğum gibi seviyorsun. Dünyada sanırım en çok beni seviyorsun, o küçücük kalbinde kocaman bir yerim var ve bu ne kadar büyüleyici bunu bilmiyorsun.


Çabasızca gösteriyorsun sevgini ve neşeni, hemen anlaşılıyor kendini nasıl hissettiğin. Olduğun gibi kal diye uğraşıyorum, hislerini gizlemek zorunda kalma ve sesin olmaya çabalıyorum mesela hayır hayır demekse, buna önce ben uyuyorum. Sen ayakları yere basan, özgüvenli, mutlu ve tam bir kız çocuğu ol. Neşeni, üzüntünü, öfkeni gizleme, onları tanı ve onlarla kalabil diye tam da sen ağlarken sana gösterilen kuşa düşman oluyorum ve bu huyum yüzünden düşmanlar da biriktiriyorum.


Geçtiğimiz gün ben gideceğim diye üzüldün, o anda sarıldık başın omzumda bir müddet ağladın. Keşke zaman baskısı olmasaydı da birlikte sarılı kalabilseydik. Zaten bence yetişkin dünyasının acelelerinde kayboluyor dengemiz. Yetişkinlerin zihni ve programları ve elleri ve günleri hep dolu. Yetişkinlerin hiçbiri çocukluğunu hatırlamıyor. Ben de sende görüyorum sen gösterdiğin zaman. Hem çocukluğumu hem de gündelik hayatı senin gözlerinde buluyorum. Özellikle durmaya çalışıyorum o anda, görmediğim şeyleri görüyorsun ve soruyorsun birkaç zamandır hiç durmadan, "Bu ne?" "Bir priz" tekrar ediyorsun kendince, bir priz. Bugünün hasılatı; bir deniz, bir teyze, bir kolluk, bir mayo... sonra büyük bir gururla söylüyorsun "Babanın mayosu", "Evet kızım" diyorum, "o babanın mayosu". Bazen renk ekliyorum sonuna bazen de hiçbir şey eklemiyorum. Yine de geçmiyor içimde bir şeyleri atlıyor muyım telaşı. Hem rengini hem paça sayısını hem özelliklerini mi söylemeliydim, x'in annesi mayonun materyalini de sayıyor ve kızı ters takla mı atabiliyor 22 aylıkken? Eğer ben de sana hamileyken seninle içimden değil de dışımdan konuşabilseydim sen de amuda mı kalkardın? Sonra beni ana çağırıyorsun, "Bu ne?" Sadece ne olduğunu soruyorum, bana bak, nereye baktığımı gör, detayda boğulma dercesine. Bu bir mayo kızım, bugünlük bu seferlik bu bir mayo. Bu kadar cevap da sana yetiyor, o da bugünlük, bu seferlik. Bugünlük ikimiz de yeterliyiz.


Sonra eğer canın gerçekten çekerse, heyecanın taşarsa içinden; ısırıyorsun beni, ısırma da çok öp dediğimde gerçekten çok öpüyorsun, uzun süredir canım diye sarılıyorsun eğer istersen, benden öyle gördüğün için dişlerini sıkarak seviyorsun bizi, ben de seninle kendimi keşfediyorum. Hem ne çok sevilebileceğimi hem de nasıl ve ne kadar sevebildiğimi kendimin.


Nadiren hayır diyorsun; çünkü senin abon var. Onu da benden öğrenmişsin, önce olumsuz durumlarda sonra sonucu abo gibi hissettirecek şeylerde şimdi genellikle hayır anlamında abo diyorsun. Bazen şiddeti artıyor abo abo oluyor. Yani 2 kere hayır, kesinlikle hayır. Hani yetişkinler "Ay hayır ya" der ya, sen abo abo diyorsun ve senin aboların bulaşıcı bir hastalık gibi girdiğimiz her ortama yayılıyor. Bir abo salgını başlatıyoruz seninle. Böyle böyle kazınıyorsun zihinlere. Ve başka kelimeleri yeni zihinlere ekiveriyorsun hiç çabasız. İstersen hayır da diyebilirsin, hayırı da biliyorsun; ama abo da abo demektir, önce bizim uymamız gerekir.


Üzümü tersten söylüyorsun, kitap okumaya bayılıyorsun. Sen dünün canlı bebeği, bugün artık hareketli ve "akıllı yaramaz" bir çocuksun. Seni engellemiyorum, bazen düşüyorsun ama tolerasyonun yüksek, düştüm diyerek kalkıyorsun yerden, ellerini çırpıp devam ediyorsun hayata. Demire çarptın diyorum, demire çarptım diyorsun. Tam da böyle oldu, demire çarpıp düştüm. Ayağa kalkarım, iyi miyim, nerede kalmıştım, evet koşuyordum, koşayım. Ben de senden öğreniyorum bunu, hala kalkamadığım yerlerde otururken.

Ama farkımız şurada: Seni hep izliyorum ve sadece şunu söylemeye çalışıyorum, "Düştüğünü gördüm". Bunu kimse bana demediği ve bazen de kimse düştüğümü görmediği ya da kuşlar tam da o anda görülmeli olduğu için kendime de ben söylüyorum, "Düştüğümü gördüm" ama ben elimi çırparak değil, senin elini tutarak kalkmaya çalışıyorum. Bazen de sadece yatıyoruz. Düştüğümüz yerde de yatıyoruz. Dert etmiyorum, dinlenmek normaldir ve bugün böyle bir gün.


Bence ebeveynlikte büyük kötülerden biri bundan hep yakınmak, çocuğa yük gibi hissettirmek ve her şeyin en kötüsünü görmek. Ben dünyaya böyle bakmıyorum. O yüzden seninle uzun seyahatlere çıkıyoruz. Çünkü sen de böyle bir çocuksun. Rutinleri seven ama çabuk adapte olan, gezilebilen, uzun yolda uyuyabilen, çok uzun zamandır arka koltukta kendi başına oturabilen, sadece yola bakarak da mutlu olabilen maaşallah birisin. Seni kolay bir çocuk diye etiketliyorum. Bilmiyorum sen zaten böyle miydin yoksa biz bunu zorlaştırabilir miydik; ama çok da düşünmeden tadını çıkarıyorum. Bazen baban koşuyor peşinden, o daha çok yüreklendiriyor seni, seninle daha serbest oyunlar oynuyor. Onu senin baban olarak görmeyi de seviyorum, ayıyı konuşturduğunda ve ayı tırmanarak sana raftan kitap aldığında, ben senden daha çok gülüyorum. Bence mutlu, dengeli ve maaşallahlı bir aileyiz. Daha iyi bir versiyonumuzu arayan ama bu haliyle de yeterince yeterli olan, yine de nazardan ve maaşallah deyin diyenlerden korkan bir aile.


Bu ara yapboz yapabiliyorsun, bir süre dert etmiştim. Bence insan ister istemez kıyaslıyor. O 5 kelime konuşuyor, diğeri tuvalete gidebiliyor, öbürü renkleri öğrendi, başkasında kim bilir ne. Ama yine de tüm renklerin bavi, tüm sayıların/saatlerin/yaşların döt olduğu anları da seviyorum. Seninle öncelikle de kendime hatırlatıyorum ilerlemenin ilerleme olduğunu ve yolumuzun farklı olabileceğini. Bir şeyleri senin için ve seninle öğrenirken bir yandan da kendimi büyütüyorum.


Hala uyanmadın, böylece vaktim var dün seni en uzun görmeyişimde seni nasıl özlediğimi de anlatmaya. Ben ders çalışırken bazen hamburger yemeye gittiğimiz yere gidince nasıl elim kolum kırık gibi hissettiğimi söylemeye. Ve senin beni gördüğündeki o güvenli gülüşün... Adeta annem hep gelir, yine geldi deyişin, beni ve babanı ev belleyişin, o yüzden biz varken her şeye katlanışın, neredeyse tüm taşıtlara binişin, hava durumlarına uyuşun, uzun uzun bebek arabasında oturuşun ve senden habersiz çektiğimiz turistik fotoğrafların... Ve yine de her şeyin sürekli değiştiği ve kaybolduğu anlarda valizlerin, bir kere gördüğün köpeklerin, yan koltuktaki bebeklerin arkasından ağlayışın. Yani gündelik hayatta belki unutulabilir detaylar; ama aslında hani daha çok bebekken bana gülümsemek için uykuyu ertelerkenki yüzün gibi çivi yazısı.


Evet belki hepsini yazmadan da hatırlarım (mesela, Niko'nun suluğuna suluğunu batırıp kendine su doldurup onu nereden doldurdun dediğimde büyük bir normallik ve sakinlikle gösterişin, buna karşın benim alelacele yepyeni bir su kabıyla alternatif doluşlara engel oluşum; mesela parkta kendine rastgele bir abla bulup onu asla bırakmayışın elinden tutup onu çeşitli aletleri denemeye zorlayışın; mesela Eren'e yaptığın elmayralık, dişlerini sıkışın ve elinden bebeğin alındığında hüngür hüngür özgürce ağlayışın; zamanla yepyeni kelimeler öğrenişin, aniden ellerimi yıkayalım, dişlerimi fırçalayalım deyişin bunları söylerken gurur, merak ve muziplikle bana bakışın, dayın mercedesle konuşurken onun yerine cevap verişin, kaplana genellikle aslan patisine de sadece bir kere patates deyişin, aklına gelen bir şarkıyı rastgele söyleyişin, patates adamı söylerken dudaklarını katlayarak ağzını açışın, bu günlerde elimi tut diye yatışın, belli dönemlerde belli şarkıları yüz elli bin kez söyletişin, bazı kitapları diğerlerinden daha çok sevişin, gözlerine ela deyişin ve daha başka şeyler); ama ya unutursam?


Yalnızca kendimin okuyabildiği hikayeler ve bazen, kendimden birkaç fazlası.

Yorumlar


Esma Aydan Dikmen Aksoy
 

Bir gece olur yazarım, bir gündüz olur okurum. Bazen bir renk olurum, bazen bir kedi. Biraz kurmalı saat de, en çok kına kokusu...

 

aa1ada05-ffef-4fcf-b863-52a4d56510f4.jpg
bottom of page